İçindekiler
1. Roma’da Hipodrom, Osmanlı’da At Meydanı Günümüzde Sultanahmet Meydanı
Hipodrom, Sultanahmet Meydanı’nın en önemli ve tarihi yapılarından biridir. Büyük Konstantin zamanında, Septimus Severus tarafından inşa edilen daha eski bir hipodromun üzerine yeniden inşa edilmiştir. 4. yüzyıla tarihlenen bu yapı, Roma İmparatorluğu döneminde at yarışları ve çeşitli gösteriler için kullanılmıştır. Günümüze kadar tam teşkilatlı bir şekilde ulaşamadı maalesef.
Hipodrom, 450 metre uzunluğunda ve 120 metre genişliğinde bir alana sahiptir. Kapasitesi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır; bazı kaynaklara göre 60-70 bin kişi, bazılarına göre ise tıka basa doldurulursa 90-100 bin kişi alabilme kapasitesi mevcut.
Hipodromda, Maviler ve Yeşiller olmak üzere iki farklı takım bulunurdu. Bu takımlar günümüz spor takımları gibiydi fakat aynı zamanda bu takım renkleri dini grupları, farklı politik bakışları ve sosyal statlerdeki farklılıkları da temsil ederdi. 532 yılında Justinianus döneminde gerçekleşen Nika Ayaklanması, bu takımların etkisiyle büyük bir olay haline gelmiştir.
Hristiyanlığın yeni bir din olarak benimsenmesiyle birlikte, Hipodrom’un önemi azalmaya başlamıştır. Osmanlı döneminde ise Hipodrom, At Meydanı olarak adlandırılmış ve çeşitli bayramlar, gösteriler, padişah şehzadeleri sünnet düğün sonrası eğlenceleri gibi halkın özel günlerde buluşma merkezi haline gelmiştir.
FC Lahanacılar ve FC Bamyacılar
Lahanacılar, yeniçeri bölüğünde bir grubu temsil ederdi. Bu isim, o dönemdeki beslenme alışkanlıklarından ve mutfak kültüründen esinlenilerek verilmiştir. Lahana, Osmanlı mutfağında yaygın olarak tüketilen bir sebzeydi ve bu grubun üyeleri lahana yemeği severdi.
Bamyacılar ise diğer bir yeniçeri grubunu temsil ediyordu. Bamya, yine Osmanlı mutfağının önemli bir parçasıydı ve bu grup da bamya yemeğini tercih ederdi.
Bu iki grup arasında zaman zaman esprili atışmalar ve yarışmalar düzenlenirdi. Bu yarışmalar, sadece askeri birliklerin moralini yüksek tutmakla kalmaz, aynı zamanda birlik ve beraberlik duygusunu da pekiştirirdi. Örneğin, spor müsabakaları, at yarışları ve benzeri etkinlikler bu gruplar arasında büyük ilgi görürdü.
Bu rekabet, Osmanlı ordusunun içindeki sosyal dinamikleri ve askeri kültürü yansıtan ilginç bir ayrıntıdır. Lahanacılar ve Bamyacılar arasındaki bu mizahi çekişme, Osmanlı İmparatorluğu’nun renkli ve zengin kültürel geçmişinin önemli bir parçasıdır.
Spina Üzerindeki Obeliskler ve Sütunlar
Hipodromun ortasındaki Spina çizgisi üzerinde üç önemli obje günümüze kadar ulaşmıştır:
Mısır Obeliski
Mısır Obeliski, MÖ 15. yüzyılda Firavun III. Thutmose tarafından dikilmiş ve 4. yüzyılda İmparator I. Theodosius döneminde şimdiki yerine oturtulmuş. Kırmızı Granitten (Porfir) yapılmış bu anıt, Hipodrom’un ortasında önemli bir yer tutar.
Söylenilenlere göre Obeliskin Mısır Karnak Tapınağından İstanbul’a getirlebilmesi için tam 60 sene gerekmiş. Roma döneminde lojistik, her 6km’de bir kere, taşınan cismin ağırlığına göre para ödemek kaydı ile yapılırmış. Obelisk yaklaşık 200 ton ağırlığında. Günümüzde ağır yük kamyonu (TIR) yaklaşık 20-30 ton yük taşıyabiliyor. Gerisinde kalan düşünceleri sizlere bırakıyorum.
Yılanlı Sütun
Yılanlı Sütun, MÖ 5. yüzyılda Yunanlılar tarafından Perslere karşı kazanılan zaferin anısına, pers askerlerinden kalan silah, kalkan ve diğer bronz araç gereçler eritilerek yaklaşık olarak 9 metreyi bulan bu 3 başlı yılan sütunu Delphi’deki Apollon Tapınağı’na dikilmiş, daha sonra Yeni Roma’nın kurulmasıyla, getirilip hipodrom’un spina çizgisi üzerine yarleştirilmiş. Günümüzde 3 yılan başından 1 tanesi İstanbul arkeoloji müzesinde görebilmek mümkün.
“İstanbul’da 17. tılsım burma direktir. Bu direk üç başlı ejderha suretini gösterip başının birisini bir yeniçeri, kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihte kısmen tılsımı bozulmuş olup İstanbul içine yılan, çıyan ve akrep misali hayvanlar yayılmıştır.”
Evliya Çelebi
Örme Dikilitaş
Örme Dikilitaş, eskiden altın yaldızlı bronz levhalarla kaplıymış. Bu dikilitaş spita çizgisiniz tam ortasını temsil eder. Güneş ışınları üzerine vruduğundan yıldız gibi parlar. Quadriga denilen atlı arabasını süren kişinin dönüş yapmaya yakın olduğunu ve yavaştan dönüşe hazırlanmasının gerektiğini temsil eder. Bu dönüş önemlidir çünkü spina çizgisi tam düz değildir ve hipodromu gidiş yönüne doğru daraltmaya başlar. 3 şeritten 2 şerite düşmek gibi düşünebiliriz. Bu yüzden dönüş esnasındanyarışçılar etrafından bir takım sütüşmeler ve çarpışmalar meydana gelir. Hipodrom izleyicisi bunlara bayılır, biraz entrşka yaratılır 🙂
2. Yerebatan Sarnıcı
İstanbul’a gelip de olmazsa olmazlar listesinin başında Yerebatan Sarnıcı ziyareti kesinlikle vardır. Benim sözlerim burayı anlatmak için yetersiz kalır. Misafirlerimle sarnıcı ziyaretim sırasında o şaşırmış yüz ifadelerine bayılırım. İnsanlar “Bunu çıplak elle nasıl yapmışlar?” diye hayret ederler. İşlevini anladıklarında ise bazen ağızlarından ufak şaşırtma belirtisi veren argo kelimeler çıkabiliyor. 🙂 Son yapılan restorasyon ile ışıklandırma, temizlik ve düzen ziyaret sırasında tadına doyulmayan bir deneyim sunuyor. Münferit olarak gelecekseniz bayram günlerini asla tercih etmemenizi tavsiye ediyorum. Bilet sırası da epey uzun olabiliyor, bu yüzden biletinizi online alın; ayrı bir giriş var.
Gelelim sarnıcın ne işe yaradığına. Sarnıçlar, insan için hayat olan suyu tutma ve barındırma görevi görürler. İstanbul’da Doğu Roma ve Bizans döneminden kalan 150-200 sarnıç olduğu tahmin ediliyor. Kesin bir sayı vermek zor, çünkü çok sayıda sarnıç işlevini kaybettiği için ya yerinden edildi ya da başka amaçlarda kullanılmaya başlandı. Çok üzülmemek lazım, sonuçta su tutma işlevi artık yok olan bir yapının boş durması mantıklı bir durum değil. Kalan sarnıçların bazıları günümüzde müze olarak, bazıları özel mülk olarak kullanılıyor.
Yerebatan Sarnıcı 6. yüzyıla tarihlenir ve Ayasofya yapımı ile bir nevi paralel götürülmüştür. Dikdörtgen planlı bir yapıdır. Uzunlamasına yaklaşık 140 metre, genişliğine 70 metredir. Sütunlar 336 tane olup, 9 metre yüksekliğindedir. Sarnıçta kullanılan kaideler, başlıklar ve mermer sütunlar burası için özel olarak yontulmamıştır. Doğu Roma’nın hakimiyetinde olan bölgelerden kullanılmayan mermer başlıkları, kaideler ve sütunlar tıpkı Ayasofya’da olduğu gibi sarnıca getirilip bir lego torbasından parçalar çekercesine inşa edilmiştir.
Kolay bir matematik yaptığımız zaman en x boy x yüksekliğin bize 100.000 m³ su kapasitesi olduğunu gösterir. Şöyle bir örnek verelim: Bir olimpik yüzme havuzu yaklaşık 2.500 ton su tutar. Bu durumda, 100.000 ton su 40 olimpik yüzme havuzunu doldurabilir. Bu kadar su burası için neden lazımdı diye sorarsanız, sarnıcın dibinde Ayasofya var, imparatorların sarayı da buraya çok yakın, aynı zamanda hipodroma gelen çok sayıda insanın toplanma alanı forum da bulunuyor. Anlayacağınız, meşgul bir bölge.
İçerde durgun halde bulunan suyun sarnıçtaki temizliği için Lemna denilen bir bitki kullanılıyor. Bunu Türkçe’de “Su Mercimeği” olarak tanıyoruz ve eminim ki çok defa görmüşsünüzdür. Su mercimeği, suyun yüzeyinde yüzen ve suyu temizleme özelliği olan bir bitkidir. Bu bitki, sarnıçlarda suyun temiz ve berrak kalmasına yardımcı olur. Ayrıca, su mercimeği hızlı büyüme ve yayılma özelliğine sahip olduğundan, su rezervuarlarında doğal bir filtre görevi görebilir.
Su buraya nasıl geliyor derseniz, insan eliyle yapılmış su kemerleri ve su yolları ile geliyordu. Şehrin dışındaki nehirler, yer altı su kaynakları, göller ve yağmur sularının belirli bir veya birkaç toplama havuzuna aktarılmasıyla başlıyor. Bu su havuzları şehre göre yüksek irtifada bulunur ki su yukarıdan aşağıya rahatça akabilsin. Ben hep şöyle derim: “Yeni bir Roma bu sefer gökte kurulursa, Romalılar oraya cennetin suyunu su kemerleriyle çeker.” İşte bu Romalılar bu su yolları inşaatında master degree yapmış adamlar.
Osmanlı dönemine baktığımız zaman Yerebatan Sarnıcı fetih sonrası epey geç bir dönemde bulunuyor. Bu yüzden uzun bir dönem faal kalmıyor. Zaten fetih sırasında düşman genelde şehrin su yollarını keser. Tam olarak ne işlevde kullanıldığını söylemek zor ama kimi dönemlerde su ihtiyacı için kimi dönemlerde bir depo olarak kullanıldığı biliniyor. 19. yüzyıl sonlarına doğru bir deprem sırasında sarnıcın Medusa başlarının bulunduğu tarafta bir çökme meydana gelmiş ve orada bulunan 39 mermer sütun zarar görmüş. Bazı mermer kolonları Medusa başlarının olduğu bölümde dağılmış şekilde görebilirsiniz.
3. Ayasofya’nın Tarihi
Tarihsel sürecine baktığımızda, şu anda ziyaret ettiğimiz Ayasofya, aynı yerde duran üçüncü Ayasofya’dır ve en büyüğüdür. İlk Ayasofya, Konstantin zamanında Hristiyanlara verilen özgürlükle kurulan Megale Eklesia yani “Büyük Kilise” idi. Ahşaptan yapıldığı için birçok kez yenilenmiştir çünkü yangınlardan etkilenerek yanmıştır. Bazı versiyonlara göre Konstantin’in zamanında yapılıyor ancak oğlu tarafından bitiriliyor ve sonrasında yanıyor.
İkinci Ayasofya, 4. yüzyıl sonunda Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle bir kilise olarak inşa ediliyor. Bazilika planda yapılan bu kilisenin bugün giriş merdivenlerini ve birkaç mermer sütun başlığını görmek mümkün. Ancak 532’deki Nika Ayaklanması sırasında büyük bir yıkıma uğrayarak yerle bir ediliyor. Bu ayaklanma, Hipodrom’da bulunan mavi ve yeşil taraftar gruplarının bir olup İmparator’a karşı yürümelerini sembolize eder. Ayaklanmayı bastırma görevi Belisarius gibi önemli bir komutana verilmiş ve 30.000 kişinin öldüğü söylenir.
İmparator Justinianus, bu ayaklanmayı bastırdıktan sonra Hristiyanlığın gücünü göstermek amacıyla büyük bir kilise inşa etmek ister ve bu üçüncü Ayasofya olur. İki Yunan vatandaşı, bir matematikçi ve bir fizikçi tarafından 5 yılda inşa edilen bu yapı, oldukça kısa bir sürede tamamlanmıştır. Ayasofya’nın inşasında 2000 inşaat ustası ve 10.000 işçi çalışmıştır. Gördüğümüz tüm mermerler, farklı antik kentlerden getirilmiştir.
Ayasofya, 1453’te İstanbul’un fethiyle Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiştir. Osmanlı, Hristiyanlara ait olan kutsal mekanları camiye dönüştürme politikası izlemiştir. Ayasofya’daki mozaikler Osmanlılar tarafından korunmuş, üzerleri örtülerek zarar görmeleri engellenmiştir. 19. yüzyılda, İtalyan mimarlar Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından yapılan restorasyon sırasında mozaikler yeniden ortaya çıkarılmıştır.
Ayasofya, Cumhuriyetin ilanıyla 1935 yılında müzeye çevrilmiştir. Bu dönemde mozaikler yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve yapı restorasyon geçirmiştir. Günümüzde Ayasofya, ziyaret edilebilir durumda olan 1500 yıllık bir yapı olarak değerini korumaktadır.
4. Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı, Sultanahmet Meydanı’nda en çok ziyaret edilen yerlerden biridir ve genellikle en uzun sürede gezilen bölgedir. Ben Topkapı Sarayı’nı Dolmabahçe Sarayı’ndan daha çok severim ama ikisini de karşılaştırmam, ikisi de benim için farklıdır. Osmanlı padişahları Topkapı Sarayı’nda tam 400 yıl ikamet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’ten Abdülmecid’e kadar toplam 24 Osmanlı padişahı bu sarayda bulunmuştur. Bastığınız, yürüdüğünüz yerlere dikkat edin.
Topkapı Sarayı gezisi genelde Birinci Avlu’dan başlar. Bab-ı Hümayun kapısından girer ve Birinci Avlu bizi selamlar. Birinci Avlu genelde dış saray olarak nitelendirilir. Saray dışında yaşayan halk cuma günleri buraya girer ve bazı işlerini görür. Bir adet hastane ve bir adet de Darphane burada bulunur. Şikayeti veya talebi olan halk, cuma günleri vezir yardımıyla düşüncelerini bir kağıda aktarır. Bu, günümüzdeki CİMER gibi düşünülebilir. Ayrıca, padişahın cuma namazına gidiş gelişlerini izleyebilirler. Birinci Avlu’da bulunan Bayram Yolu, bizi İkinci Kapı’ya kadar götürür.
İkinci Kapı, Bab-üs Selam yani Selam Kapısı’dır. Bu kapıdan sonra sarayın iç bölümü başlar. Topkapı Sarayı’nın adı, kapının önünde duran toplardan gelir. Birinci Kapı, Bab-ı Hümayun, ya da Sarayburnu’nda bulunan bölümde büyük topların konmasından dolayı Topkapı ismini almıştır. Bab-üs Selam Kapısı’ndan sadece Osmanlı padişahları at üzerinde geçer, diğer tüm saray çalışanları ise yayan devam eder. Bazen yabancı misafirler geldiğinde onların da at üzerinde geçmelerine müsaade edilirdi. Sarayın kapısından geçtikten sonra bilet kontrolü yapılır. Bilet kontrolünden sonra sağa doğru geçmenizi tavsiye ederim, sağda sarayın maketi bulunur. Saraya bir kuş bakışı bakmak gerekiyor. Fatih Sultan Mehmet, sarayını İstanbul’u 360 derece görecek şekilde mükemmel bir konuma yerleştirmiştir. Bunu avluyu gezdiğinizde anlayacaksınız.
5. Sultanahmet Camii
Genelde Sultanahmet Camii’ni ya sabah ya da öğleden sonra ziyaret etmeye çalışıyorum çünkü bu zamanlarda daha müsait oluyor. Sultanahmet Camii, meydanı hem süsleyen hem de ona kimlik veren bir yapıdır. Yabancılar arasında “Mavi Cami” olarak bilinir, bu da içindeki çiniler ve renkli süslemelerden kaynaklanır.
Sultanahmet Camii, I. Ahmet tarafından yaptırılmıştır ve onun hayat hikayesi de oldukça ilginçtir. 14 yaşında tahta çıkan I. Ahmet, 14 yıl boyunca hükümdarlık yapmıştır. Onun döneminde kardeş katli yasaklanmıştır. Babası III. Mehmet, sayıları onu geçen bebek kardeşlerini katletmiş ve bu durum I. Ahmet’in kardeş katlini yasaklamasına sebep olmuştur. Ancak kardeşi Mustafa’yı hapse atmış ve Mustafa, 14 yıl boyunca hapis kalmıştır.
Camii ile ilgili halk arasında bir hikaye anlatılır. Sultan I. Ahmet, caminin minarelerinin altından olmasını istemiştir. Ancak mimar Sedefkâr Mehmed Ağa, padişahın “altın” (altın kaplama) kelimesini “altı” (altı minare) olarak anlamış ve cami altı minareli olarak inşa edilmiştir. Bu hikayenin doğruluğunu bilemem ama güzel bir hikayedir.
Sultanahmet Camii ve külliyesi, 7 yılda tamamlanmıştır. Külliye, medreseler, hamamlar, çarşılar, kervansaraylar ve imarethaneler gibi yapı gruplarını içerir. Cami, yaklaşık 5.000 kişilik son cemaat yerine sahiptir ve içinde yaklaşık 10.000 kişi kapasitelidir. Son cemaat yerine girdiğinizde bembeyaz mermer her tarafı aydınlatır. Şu anda restorasyon olduğu için bu pek belli olmuyor, ama restorasyon bittiğinde bembeyaz Marmara mermerini görebilirsiniz. Duvarlar küfeki taşından yapılmıştır, İstanbul taşı olarak da bilinir ve hafifliği ile sağlamlığı nedeniyle cami yapımında sıkça kullanılmıştır.
İçeri girdiğinizde 260 pencereden sızan güneş ışığının duvarlardan yansıttığı mavi ışığı hemen fark edeceksiniz ve neden “Mavi Cami” dendiğini anlayacaksınız. Restorasyondan önce cami biraz daha maviydi, ama en son restorasyondan sonra maviliği biraz azalmış gibi görünüyor. Halılar da değişmiş, sanki gökyüzüne bakıyor gibi bir his veriyor. Yarım kubbeler ve kalem işi süslemeler camiye ayrı bir katman katmış. Farklı çiçek desenleri mavi, yeşil, kırmızı ve sarı tonlarında işlenmiş. İznik çinilerinden toplam 23.000 adet kullanılmış ve her bir çininin bir eşi de yapılmış, yani toplamda en az 50.000 çini bu cami için kullanılmıştır.